BEDİÜZZAMAN’IN HZ. MEHDİ (A.S.)’IN ÇIKIŞ ZAMANIYLA İLGİLİ SÖZLERİ (TÜRKÇELEŞTİRİLMİŞ)

1.

… İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA KARİB (YAKIN) ZANNETMİŞLER…. (Sözler, s. 318)

 

ÜSTAD’IN BU İFADESİ “SÖZLER” RİSALESİNDE GEÇMEKTEDİR. SÖZLER RİSALESİ 1926 (HİCRİ 1345) YILINDA TAMAMLANMIŞTIR. YANİ HİCRİ 1300 İÇİNDE HEM ÜSTADIN TÜM ESERLERİ HİCRİ 1300 DE TAMAMLANDIĞI GİBİ KENDİSİ DE YİNE HİCRİ 1300 İÇİNDE VEFAT ETMİŞTİR. OYSA ÜSTAD BU SÖZÜNDE HZ. MEHDİ (A.S.)’IN, HİCRİ 1400 DE ZUHUR EDECEĞİNİ İFADE ETMEKTEDİR.

Sekizinci Asıl: Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe tecrübe (meydanı) ve meydan-ı imtihanda (imtihan meydanı) çok mühim şeyleri, kesretli (çok fazla) eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar (işler) bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri (Kadir gecesi), umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı (duanın kabul edildiği saati), Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya (dünya hayatı) içinde saklamış. Zira ecel-i insan (insanın eceli) muayyen (belli) olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka (kesin bir gaflet), yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret ve dünya müvazenesini (dengesini) muhafaza etmek ve her vakit havf u reca (korku ve ümit) ortasında bulunmak maslahatı (durumu) iktiza eder (gerekir) ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem (kapalı, belirsiz) tarzdaki yirmi sene mübhem (kapalı, belirsiz) bir ömür, bin sene muayyen (belli) bir ömre müreccahtır (üstün tutulan, tercih edilen). İşte kıyamet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün (aşikar olsaydı) etseydi, bütün kurûn-u ûlâ (ilkçağ) ve vustâ (orta çağ) gaflet-i mutlakaya (kesin bir gaflete) dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ (yeniçağ ve ilkçağ) dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle (kişisel yaşamı) hanesinin ve köyünün bekasıyla alâkadardır. Öyle de; hayat-ı içtimaiye (toplum hayatı) ve nev’iyesiyle, küre-i arzın (dünyanın) ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’an “Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)”  der. “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-ı Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip (kıyaslanıp) baîd (uzak) görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti mugayyebat-ı hamseden (Beş bilinmeyen şey, beş bilinmeyen. (Kıyâmetin ne zaman kopacağı, yağmurun ne zaman yağacağı, rahîmlerde olanı, kişinin yarın ne kazanacağı ve kişinin nerede, ne zaman öleceği.) olarak ilminde saklıyor. İşte bu ibham (Belirsiz,Kapalı bırakma) sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn (Gerçeği gören asır.) olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları, “Şeraiti (şartları) hemen hemen çıkmış” demişler.

İşte bu hakikatı bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilatını (izahını, açıklamasını) ders alan müteyakkız (basiretli) kalbli, keskin nazarlı olan sahabelerin fikirleri, niçin 1000 sene hakikattan uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA KARİB (YAKIN) ZANNETMİŞLER. 

Elcevab: Çünki Sahabeler, feyz-i sohbet-i nübüvvetten (Peygamber Efendimizin sohbetinin feyzi, bereketi ve verimliliği.) herkesten ziyade (fazla) dâr-ı âhireti (ahiret yurdunu) düşünerek, dünyanın fenasını (geçiciliğini) bilerek, kıyametin ibham-ı (belirsiz) vaktindeki hikmet-i İlahiyeyi (ilahi hikmeti) anlayarak ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır (bekleyen) bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir (Hz. Peygamber’e ait irşad, Hz. Peygamber’in doğru yolu, hidayet yolunu gösteren uyarıları, öğütleri.). Yoksa vuku-u muayyene (belirli bir vukuuya) dair bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikattan uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu nevi sözleri hikmet-i ibhamdan (Sözün anlaşılamayacak derecede kapalı olması) ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki; Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları (şahısları) çok zaman evvel hattâ Tâbiîn (Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan hadis dinlemiş ve ders almış olan Müslümanlar) zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder (muhtaç olur, ihtiyaç hissettirir) ki; vakitleri taayyün etmesin (belli olmasın). Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin (manevi kuvvetin) takviyesine medar(vesile) olacak ve yeisten (ümitsizlikten) kurtaracak “Mehdi” manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî (Herkesi doğru yola sevketmenin gereği) zayi'(ziyan) olurdu.

Şimdi Mehdi gibi eşhasın (şahısların) hakkındaki rivayatın (rivayetlerin) ihtilafatı (uyuşmazlıkları) ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi (hadisin tam metnini) tefsirlerine ve istinbatlarına (Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir manayı içtihad ile meydana çıkarması) tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi Hz. (Mehdi (a.s.) ve Süfyan hadiselerini) merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi (büyük eserleri) o eşhasın (şahısların) zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas (şahıslar), hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten (başlangıçta) Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman (Ahir Zaman şahısları) tanınabilir. (Sözler, s. 318)

 

109

2.

….BUNDAN BİR ASIR SONRA ZULÜMATI DAĞITACAK ZATLAR İSE, HAZRET-İ MEHDİ’NİN ŞAKİRTLERİ OLABİLİR.”(Şualar, 1. Şua, s. 605)(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 90)

 

ÜSTAD BU SÖZÜ “ MİLADİ 1936 YANİ HİCRİ 1355’DE 1. ŞUA’DA İFADE ETMİŞTİR. BU TARİHE GÖRE BİR ASIR SONRASI HİCRİ 1400’LERE DENK GELMEKTEDİR.

Sure-i Tevbe’de: “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.” âyetindeki “…Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor” cümlesi, kuvvetli ve letafetli (nezaketli) münasebet-i maneviyesiyle (manevi yakınlıkla) beraber şeddeli “lâmlar” birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidört (1324) ederek, Avrupa zalimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’ikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm (başarısız) bırakmağa çalıştıkları halde, maatteessüf (yazık ki) altı-yedi sene sonra, harb-i umumî (1. Dünya Savaşı) neticesinde yine o suikast niyetiyle Sevr Muahedesinde Kur’anın zararına gayet ağır şeraitle (şartlarla) kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm (başarısız) bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye (karşılık vermeye) çalıştıkları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamına tevafukla, o herc ü merc içinde Kur’anın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resail-in Nur müellifi yirmidörtte (1324) ve Resail-in Nur’un mukaddematı (ilkleri) otuzdörtte (1334) ve Resail-in Nur’un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirdleri ellidörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-ı hali (gerçek durumu) bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telaşa sevkettiler ve bu itfa (söndürme, bastırma) sû’-i kasdına karşı tenvir (aydınlatma, nurlandırma) vazifesini tam îfa ettiklerinden bu âyetin mana-yı işarîsi (işari manası) cihetinde bir medar-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir (alamettir). Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhalif haletlerin (hallerin, durumların) ekserisi, o suikasdların ve Sevr Muahedesi gibi gaddarane muahedelerin (anlaşmaların) vahîm neticeleridir. Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli “lâmlar” gibi bir sayılsa, o vakit bin ikiyüz seksendört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeğe niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un doksanüç (1293) muharebe-i meş’umesiyle (uğursuz, kötü savaşıyla) âlem-i İslâmın (İslam aleminin) parlak nuruna muvakkat (geçici, eğreti) bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resail-in Nur şakirdleri yerinde Mevlâna Hâlid’in (K.S.) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu âyet bu cihette onların başlarına remzen (işaretle) parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli “lamlar” ve “mimler” ikişer sayılsa BUNDAN BİR ASIR SONRA ZULÜMATI DAĞITACAK ZATLAR İSE, HAZRET-İ MEHDİ’NİN ŞAKİRTLERİ (TALEBELERİ) OLABİLİR.” Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap’tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik. (İbrahim Suresi, 1) 

(Şualar, 1. Şua, s. 605)
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 90)

– “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.” (Tevbe Suresi, 32) ayetindeki, “…Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor” cümlesinin ebced değeri: HİCRİ 1424 YANİ MİLADİ “2004” tür.

 

109

 

3.

“HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT” … (Kastamonu Lahikası, s. 61-62)

 

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ BU İFADESİNİ, 1936 (HİCRİ 1354) YILINDA YAZDIĞI KASTAMONU LAHİKASI’NDA BELİRTİYOR. BU TARİHLER HİCRİ 1300’LERE DENK GELMEKTEDİR. ÜSTAD’IN “BİR ASIR SONRA…” ŞEKLİNDE İFADE ETTİĞİ 100 YIL SONRASI İSE HZ. MEHDİ (A.S.)’IN ZUHUR ETTİĞİ HİCRİ 1400’E DENK GELMEKTEDİR.

Azîz kardeşlerim! Sadakatınızdan tereşşuh eden (ortaya çıkan) ve haddimin pek çok fevkinde (üstünde) hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi (konuyu tamamlayan eki) olarak, bu gelecek fıkrayı iki gün evvel yazmıştık. SİZİN FEVKALÂDE SADÂKAT VE ULÜVV-Ü HİMMETİNİZDEN (YÜKSEK HİMMETİNİZDEN, YÜKSEK GAYRETİNİZDEN) TEREŞŞUH EDEN (ORTAYA ÇIKAN) BİR HAFTA EVVELKİ MEKTUBUNUZA KARŞI HÜSN-Ü ZANNINIZI BİR DERECE CERHEDEN (İPTAL EDEN, ÇÜRÜTEN) BENİM CEVABIMIN HİKMETİ ŞUDUR Kİ: “…BU ZAMANDA ÖYLE FEVKALÂDE HÂKİM CEREYANLAR VAR Kİ, HERŞEYİ KENDİ HESABINA ALDIĞI İÇİN, FARAZA HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında (dünya şartlarının zorluklarında) en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde (dünyada) vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki (insanoğlundaki) cârî olan (geçerli olan) âdetullaha muvafık (uygun) gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini (halislik, temizlik, saflık) umumun nazarında bozmasın ve avamın (halkın) çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.” (Kastamonu Lahikası, s. 61-62)

109

4.

YETMİŞ BİRDE FECR-İ SADIK BAŞLADI VEYA BAŞLAYACAK. EĞER BU, FECR-İ KAZİB DE OLSA, OTUZ-KIRK SENE SONRA FECR-İ SADIK ÇIKACAK…” (Hutbe-i Şamiye, s. 23)

“…Evet ŞİMDİ OLMASA DA 30-40 SENE SONRA fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşaAllah YARIM ASIR SONRA onları darmadağın edecek.” (Hutbe-i Şamiye, s. 25)

ÜSTAD BU SÖZÜNÜ HİCRİ 1327 (MİLADİ 1911) YILINDA ŞAM’DA EMEVİ CAMİİ’NDE VERDİĞİ HUTBESİNDE SÖYLEMİŞTİR. BURADA ÜSTAD, İSLAM ALEMİNİN, HİCRİ 1371’DEN YANİ MİLADİ 1951’DEN SONRAKİ GELECEĞİNE YÖNELİK İZAHLAR YAPMIŞTIR. ÜSTAD’IN HUTBE-İ ŞAMİYE’DE VERDİĞİ TARİHLERİN HEPSİ HZ. MEHDİ (A.S.)’IN ZUHUR ZAMANI OLAN HİCRİ 1400 İÇİNDEDİR. 

“Kırk sene evvel Şam’daki Câmi-i Emevî’de Şam ülemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatları bir hiss-i kabl-el vuku’ ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat’iyyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî (Dünya savaşları) ve yirmibeş sene bir istibdad-ı mutlak (diktatörlük, baskı), o hiss-i kabl-el vukuun kırk elli sene te’hirine sebeb olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri (belirtileri) âlem-i İslâmiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî (sosyal) ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim…”…..

“…Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına (parlaklığının sönmesine) ve beşeri tenvir etmesine (aydınlatmasına) mümanaat eden (mani olan) perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler (mani olanlar) çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin (tan vaktinin) emareleri (alametleri) göründü. YETMİŞ BİRDE FECR-İ SADIK BAŞLADI VEYA BAŞLAYACAK. EĞER BU, FECR-İ KAZİB DE OLSA, OTUZ-KIRK SENE SONRA FECR-İ SADIK ÇIKACAK…” (Hutbe-i Şamiye, s. 23)

“…Evet ŞİMDİ OLMASA DA 30-40 SENE SONRA fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini (güzelliklerini, iyiliklerini) o üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını (maddi manevi aletler) verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat (doğruyu arama) meyelanını (eğilimini) ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi (insan sevgisini) o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşaAllah YARIM ASIR SONRA ONLARI DARMADAĞIN EDECEK.” (Hutbe-i Şamiye, s. 25)

Üstad burada, Hicri 1371’den yani Miladi 1951’den sonraki İslam aleminin geleceğine yönelik izahlar yapıyor.

Hicri 1371 + 30 = 1401 (Miladi 1981) (30 yıl sonrası)
Hicri 1371 + 40 = 1411 (Miladi 1991) (40 yıl sonrası)
Hicri 1371 + 50 = 1421 (Miladi 2001) (yarım asır sonrası)

109

5.

TÂ AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDÎ VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR …

(Kastamonu Lahikası, Sayfa 72,  Tarihçe-i Hayat, Sayfa 258, Hizmet Rehberi, Sayfa 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 153)

ÜSTAD, KASTAMONU LAHİKASI’NI 1936 YILINDA HAZIRLAMIŞTIR. BU ESERİNDE “TA AHİR ZAMANDA….” İFADESİYLE RİSALE-İ NUR’UN ASIL SAHİPLERİ OLARAK NİTELENDİRDİĞİ HZ. MEHDİ (A.S.) VE TALEBELERİNİN KENDİSİNDEN ÇOK DAHA SONRAKİ BİR VAKİTTE GELECEKLERİNİ İFADE ETMİŞTİR.

Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın (Peygamberimiz (s.a.v.)’in) haber verdiği “Mânevî fütuhat yapmak (galibiyetler kazanmak) ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil (miktara değil), keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka (ahlak  kaybına) ve hayat-ı dünyeviyeyi (dünya hayatını) her cihetle hayat-ı uhreviyeye (ahirete) tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap (sebepler) altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı (galibiyeti) ve zındıkların (kafirlerin, dinsizlerin) ve dalâletlerin savletlerini (saldırılarını) kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın (Peygamberimiz (s.a.v.)’in) ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu (risale-i nuru) çıkaramaz. TÂ AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE, ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDÎ VE ŞAKİRTLERİ CENAB-I HAKKIN İZNİYLE GELİR, O DAİREYİ GENİŞLETTİRİR VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH’A ŞÜKREDERİZ.

(Kastamonu Lahikası, Sayfa 72, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 258, Hizmet Rehberi, Sayfa 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 153)

109

6.

FAKAT O İLERİDE GELECEK ACİP (Şaşılan ve hayret uyandıran şey; benzeri görülmeyen; garip) ŞAHSIN BİR HİZMETKÂRI VE ONA YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDÂRI (Ordunun geriden gelen emniyet kuvveti) VE O BÜYÜK KUMANDANIN PÎŞDÂR (öncü) BİR NEFERİ (askeri) OLDUĞUMU ZANNEDİYORUM. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın.
(Barla Lahikası, sf. 162)

SAİD NURSİ HAZRETLERİ “BARLA LAHİKASI”NI 1926 YILINDA KALEME ALMIŞTIR. BU ESERİNDE ÜSTAD, HZ. MEHDİ (A.S.)’IN İLERİDE GELECEĞİNİ AÇIK BİR ŞEKİLDE İFADE ETMİŞTİR. KENDİSİNİN HZ. MEHDİ (A.S.)’IN ÖNCÜSÜ VE ONA ZEMİN HAZIRLAYAN BİR HİZMETKARI OLDUĞUNU İFADE ETMİŞTİR.

Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’ân’da yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel,

MâşâAllah, Yirminci Mektubun kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız. Mektubunda ilm-i kelâm (Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfatlarından, peygamberlik, âhiret ve itikada âit diğer meselelerden İslâmî esaslar dâiresinde bahseden ilim) dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî (yüce, temiz) muhakkikler (hakîkatlara hakkıyla vâkıf olan büyük İslâm âlimleri) demişler ki: Âhirzamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i imaniye-i kelâmiyeyi (imani meseleler), birisi öyle bir surette beyan edecek ki, umum ehl-i keşif (keşifçiler) ve tarikatın fevkinde (üstünde), o nurların neşrine (yayılmasına) sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür.

Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde (üstünde) olarak, kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim (layık olmak, ehliyet) yoktur. FAKAT O İLERİDE GELECEK ACİP (Şaşılan ve hayret uyandıran şey; benzeri görülmeyen; garip) ŞAHSIN BİR HİZMETKÂRI VE ONA YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDÂRI(Ordunun geriden gelen emniyet kuvveti) VE O BÜYÜK KUMANDANIN PÎŞDÂR (öncü) BİR NEFERİ (askeri) OLDUĞUMU ZANNEDİYORUM. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın. (Barla Lahikası, sf. 162)

109

7.
… AHİR ZAMANDA GELECEK BİR MÜCEDDİD-İ EKBERİ (EN BÜYÜK MÜCEDDİD) MANA-YI İŞARİ İLE (İŞARİ ANLAMDA) HABER VERİYORLAR. Fakat O GELECEK ZATIN ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi… (Tılsımlar Mecmuası, sf. 168)

TILSIMLAR MECMUASI, RİSALE-İ NUR’UN ÇEŞİTLİ KISIMLARINDAN DERLENMİŞ BİR KİTAPTIR. TILSIMLAR MECMUASI’NDA YER ALAN BU SÖZÜNDE ÜSTAD “O GELECEK ZAT…” İFADESİYLE KENDİ ZAMANINDA HENÜZ MEHDİ (A.S.)’IN YAŞAMADIĞINI AHİR ZAMANDA GELECEĞİNİ BELİRTMİŞTİR. AYRICA AHİR ZAMANA KADAR, GELEN HİÇBİR MÜCEDDİDİN TOPLU OLARAK YAPMADIĞI 3 VAZİFENİN MEHDİ (A.S.) TARAFINDAN YAPILACAĞINI DA İFADE ETMİŞTİR.

Evvela: Aydın havalisinin Hasan Feyzi’si ve Husrev’i ve Mehmed Feyzi’si ve Risale-i Nur ‘un manevi avukatı Ahmed Feyzi’nin üç seneden beri alimane (bilerek), mudakkikane yazdığı şu gelen istihracat-ı gaybiyeyi ve Sikke-i Tasdik-i Gaybiye’nin bir kuvvetli hücceti (delil) ve şahidi bulunan şu risaleciği dikkatle mütalaa ettim. O’nun tedkikatına (inceleme) ve Risale-i Nur’un kıymetini tam hadis ile ve ayet ile isbat etmesine karşı, hayret ve istihsan (beğenme) ile “MaşaAllah, Barekellah” dedim. Fakat, bir derece tabire muhtaçtır. Ayn-ı hakikattır (hakikatin ta kendisi); fakat “Said” hakkında hususan son kısmının haşiyelerinde (dipnot) – şahsiyetim itibarıyla haddimden yüz derece ziyade bir hüsn-ü zannı ile – hakikatın sureti değişmiş…

Evet, hem Sikke-i Gaybiye, hem O’nun yazdığı ayetler ve hadisler müttefikan (ittifakla) bu asırda bir hakikat-ı nuraniyeye (nurlu hakikat) işaret ediyorlar. Ve bu asır ve bu zaman, cemaat zamanı olduğundan şahs-ı manevi hükmedebilir. Hususan manevi vazifelerde maddi şahısların ehemmiyeti (önemi) azdır. Dağlar gibi vazifeler, o zayıf şahsiyetlere yükletilmez.

Bazı ayat-i kerime ve hadis-i şerife AHİR ZAMANDA GELECEK bir müceddid-i ekberi (en büyük müceddid) mana-yı işari ile (işari anlamda) haber veriyorlar. Fakat O GELECEK ZATIN O GELECEK ZATA DAİR HABERLERİ VE İŞARETLERİ, RİSALE-İ NUR’UN ŞAHS-I MANEVİSİNE HATTA BAZEN TERCÜMANINA DA TATBİKE ÇALIŞMIŞLAR VE ŞERİATI İHYA (diriltme) VE HİLAFETİ TATBİK OLAN ÇOK GENİŞ DAİREDE HÜKMEDEN BU İKİ MÜHİM VAZİFESİNİ NAZARA ALMAMIŞLAR. ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi olan ve zahiren en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaik-i imaniyeyi (iman hakikatleri) güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şakirdlerinin şahs-ı manevisi tam yaptıklarından; Onların kanaatleri, onların Risale-i Nur’dan istifade cihetinde faidelidir, zararsızdır; fakat Nur’un mesleğindeki ihlasa ve hiçbir şeye alet olmamasına ve dünyevi ve manevi makamatı aramamasına zarar verdiği gibi, Nurların muhafızları her taifenin hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabilir…  (Tılsımlar Mecmuası, sf. 168)

109

8.

BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ; SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSALE-İ NUR’U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 11, Beyanat ve Tenvirler, Sayfa 310

SAİD NURSİ HAZRETLERİ “SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ”Yİ 1928 YILINDA KALEME ALMIŞTIR. ÜSTAD BU ESERİNDE HZ. MEHDİ (A.S.)’DAN BAHSEDERKEN KENDİSİNDEN “SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT…”’IN YANİ HZ. MEHDİ (A.S.)’IN; ÜSTAD’IN HAZIRLAMIŞ OLDUĞU VE ASIL SAHİBİNİN HZ. MEHDİ (A.S.) OLDUĞUNU İFADE ETTİĞİ RİSALE-İ NUR’LARI NEŞR VE TATBİK EDECEĞİNİ İFADE ETMİŞTİR.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Nurun fevkalâde has şakirtleri (talebeleri), Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla (eklentileriyle), o evliya-yı meşhûreden (tanınmış evliyalar), kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî’nin sarih (açık) ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve Isparta’nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden (kalbiyle mânevî terakkide bulunanlar) Topal Şükrü’nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip, fakat iki iltibas (karışıklık, yanlışlık) içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tâdile (düzeltmeye) çalıştığım halde, o bahadır (cesur) kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler; fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:

ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ (İNANDIĞI ŞEYLERİN ASLINI, ESÂSINI BİLEREK İNANMA; SARSILMAZ ÎMÂN,) NEŞR (YAYMAK) VE EHL-İ İMANI DALALETTEN (HAK VE HAKİKATTEN SAPMA) KURTARMAK CİHETİYLE (YÖNÜYLE), o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine (hizmetkarına) vermişler, o hâdime mültefitane (iltifatlılıkla) bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSÂLE-İ NUR’U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞİR VE TATBİK EDECEK’.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi (Müslümanların manevi liderliğini) ittihad-ı İslâma (İslam birliğine) bina ederek, İsevî ruhanîleriyle (cisim olmayıp gözle görülmeyen, ruha ait) ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile (bir fikir veya sözden bir başka mânâ çıkarmak) muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.

Kardeşlerimin ikinci iltibası (yanlışlık):

Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık (öncülük) eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da (yanlışlık) Risale-i Nur’un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata (makamlar, dereceler) dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir (kaybolabilir) şahsiyetlere bina edilmez.

Elhasıl: O GELECEK ZATIN İSMİNİ VERMEK, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü’minîn (müminlerin geniş halk tabakası) nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye (kesin deliller) dahi, kazâyâ-yı makbûledeki (kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia) zann-ı galibe (kuvvetli ihtimal) inkılâp eder (değişir); daha muannid (inatçı) dalâlete (Hak ve hakîkatten) ve mütemerrid (İnatçı, dik kafalı, hakkı kabul etmekte direnen) zındıkaya (dinsizlik, inançsızlık) tam galebesi (üstün gelmek), mütehayyir (Hayrete düşen, şaşıran) ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki “Müceddiddir, onun pişdarıdır (öncüsüdür)” denilebilir.Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9-11)

Ümmetin beklediği, ahirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı (değerlisi) olan îman-ı tahkîkiyi (Tahkiki iman, imana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve bürhan ile inanma) neşr (Dağıtma, yayma…) ve ehl-i îmanı dalaletten (batıla yönelmekten) kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı a’zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hadimine (hizmetçisine) vermişler, o hadime (hizmetçiye) mültefitane (iltifat edene yakışır şekilde) bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ; SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSALE-İ NUR’U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK. (Beyanat ve Tenvirler, Sayfa 310)

109

9.

FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR. ÖYLE KUDSÎ (yüce, temiz) ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR ETMEK LÂZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİMİZLE O NURANÎ ZATLARA ZEMİN İHZAR EDİYORUZ ...(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189) (Barla Lahikası, 28. Mektuptan 7. Risale Olan 7. Mesele)
SAİD NURSİ HAZRETLERİ “BARLA LAHİKASI”NI 1926 YILINDA KALEME ALMIŞTIR. ÜSTAD RİSALELERİNDE YAŞADIĞI DÖNEMİN KIŞ OLDUĞUNU İFADE EDEN İZAHLAR YAPARKEN HZ. MEHDİ (A.S.)’DAN BAHSETTİĞİ BU BÖLÜMDE MEHDİ VE TALEBELERİNE HİTABEN ONLARIN BAHARDA GELECEKLERİNİ İFADE ETMİŞ, YAPTIĞI BU ÇALIŞMALARLA KENDİSİNDEN SONRA GELECEK OLAN O MÜBAREK İNSANLARA ORTAM HAZIRLADIĞINI BELİRTMİŞTİR.

Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten (evliya olan kimseler) işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî (hazırda olmayan, görünmeyenlere âit) işaretlerinden istihraç etmiş (bazı işaretleri beliren şeylerden ileriye ait olacak şeyleri çıkarmak) ve kanaati gelmiş ki, “Şark (doğu) tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar (dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar) zulümâtını (haksızlıklar) dağıtacak.” Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim (ümit ederek bekleme) ve ediyorum. FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR. ÖYLE KUDSÎ (yüce, temiz) ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR ETMEK LÂZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİMİZLE O NURANÎ ZATLARA ZEMİN İHZAR EDİYORUZ(hazırlıyoruz). Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi (ilahi yardımlar) beyan etmekte medar-i fahir (övünme sebebi) ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd (şükür sebebi) ve şükür ve tahdis-i nimet (Cenâb-ı Hakk`a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadıyla kavuştuğu nîmeti başkalarına anlatma) olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 189) (Barla Lahikası, 28. Mektuptan 7. Risale Olan 7. Mesele)
109

10.

AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD, HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD, HEM HAKİM, HEK MEHDİ, HEM MÜRŞİD, HEM KUTB-U AZAM OLARAK BİR ZAT-İ NURANİYİ GÖNDERECEK VE O ZAT DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR…(Mektubat, 411-412)

SAİD NURSİ HAZRETLERİ “MEKTUBAT’I 1929 YILINDA KALEME ALMIŞTIR. ÜSTAD’IN DÖNEMİNDE AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI OLAN DARWINİZM, MATERYALİZM VE ATEİZM’İN TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİSİ BUGÜNKÜ GİBİ ŞİDDETLİ DEĞİLDİ. OYSA HZ. MEHDİ (A.S.)’IN ZUHUR YÜZYILI OLAN HİCRİ 1400, BU DİNSİZ AKIMLARIN ÇOK HIZLI İVME KAZANDIĞI, İNSANLAR VE TOPLUMLAR ÜZERİNDE ETKİLERİNİ EN ŞİDDETLİ HALE GETİRDİKLERİ BİR YÜZYIL OLMUŞTUR. DÖNEMLERİNDE YAPTIKLARI HİZMETLER İTİBARİYLE, ÜSTAD’IN ŞAHSI DA, ONDAN ÖNCE GELEN MÜCTEHİDLER DE; TAMAMI HZ. MEHDİ (A.S.)’DA TOPLANACAK OLAN EN BÜYÜK MÜCEDDİD, EN BÜYÜK MÜRŞİT VE MÜÇTEHİD, HAKİM, MEHDİ VE KUTB-U AZAM SIFATLARINA BİR ARADA SAHİP OLMAMIŞLARDIR. 

Elcevap: Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden (en yüksek rahmetinden), şeriat-i İslamiyetin edebiyetine (İslami hükümlerin eğitimine) bir eser-i himayet (korumasının alameti) olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih (ıslah edici) veya bir müceddit (büyük alim) veya bir halife-i zişan (şanlı halife) veya bir kutb-u a’zam veya bir  mürşid’i ekmel (kusursuz bir klavuz) veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübaret zatları göndermiş; fesadı izale edip (giderip), milleti ıslah etmiş (düzeltmiş); Din-i Ahmediye (A.S.M) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor, AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD, HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD, HEM HAKİM, HEM MEHDİ, HEM MÜRŞİD, HEM KUTB-U AZAM OLARAK BİR ZAT-İ NURANİYİ (nurlu bir kişiyi)GÖNDERECEK VE O ZAT DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN (Peygamberimiz (saas)’in soyundan) OLACAKTIR. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-es-sema vel-arz alemini (gök ve yerin arasını, dünyayı) bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin firtınalarını teskin eder (sakinleştirir) ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini (örneğini) ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelal (Celal ve İzzet sahibi Yüce Allah); Mehdi ile de, alem-i İslam’ın zulümatını (karanlıklarını) dağıtabilir. Ve va’detmiştir, va’dini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye (ilahi güç) noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab (sebepler dairesi) ve hikmet-i Rabbaniye (Allah’ın hikmeti) noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua (oluşa) layıktır ki; ‘Eğer muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır’ diye ehl-i tefekkür (tefekkürde bulunanlar) hükmeder. ….. Âl-i İbrahim Aleyhisselâm (Hz. İbrahim (as)’ın soyu) gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar (açıklık alanlar) ve âsârın mecmalarında (kuytu toplanma yerlerinde) o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki (o kadar kalabalıktırlar ki), o kumandanların mecmuu (tümü), muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka  (tümen) vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese (mübarek topluluk) hükmünde rabıta-i ittifak (dayanışma düzeni) ve intibah (uyanış) yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli (kalabalık) o muktedir (güç yetiren) ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur.

Evet, bugün tarih-i Âlemde (dünya tarihinde) hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl (birbirine bitişik) ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple (soyla) mümtaz (ayrıcalıklı) hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin (olgun ve değerli kişiler) namdar (namlı) reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten (sayıca) milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih (akıllı, sorumluluk sahibi) ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî  (Peygamber sevgisi) ile dolu ve cihandeğer (dünyanın en kıymetlisi) şeref-i intisabıyla  (mensup olmasıyla) serfirazdırlar (seçkindirler). Böyle bir cemaat-i azîme  (büyük bir cemaat) içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek (coşturacak) ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor (büyük ve önemli olaylar oluşuyor). Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i Âliye feveran edecek (o büyük kuvvetteki haysiyet ve mukaddesatı koruma duygusu galeyana gelecek) ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek (doğru yola ve gerçeğe yönlendirecek). Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan (Allah’ın yarattığı tabiat kurallarından) ve rahmet-i İlâhiyeden (Allah’ın Rahmetinden) bekleriz.

109

11.

MEHDÎ’NİN ÜÇ VAZİFESİ 
(Emirdağ Lahikası-I, ss. 231-233.)

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİ EMİRDAĞ LAHİKASI’NI 1949 YILINDA KALEME ALMIŞTIR. BU ESERİNDE ÜSTAD HZ. MEHDİ (A.S.)’IN ÖZELLİKLE DARWINİZM, MATERYALİZM VE ATEİZM FELSEFELERİNİ TAM SUSTURARAK İNSANLARIN İMANINI KURTARMAYA VESİLE OLACAK ŞEKİLDE ÇOK ETKİLİ ÇALIŞMALAR YAPACAĞINI İFADE ETMİŞTİR. ÜSTAD, KENDİSİNİN YAŞADIĞI DÖNEM DAHİL OLMAK ÜZERE HER DÖNEMDE BİR NEVİ MEHDİ VASFINA SAHİP İNSANLAR GELDİĞİNİ ANCAK HİÇBİRİNİN BU ÜÇ VAZİFEYİ BİR ARADA YAPMA KUDRETİNE SAHİP OLAMADIKLARINI İFADE ETMİŞTİR.

Mehdî’nin üç vazifesi

Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi (talebesi), çokların namına (başkaları adına) benden sordu ki: “Nurun halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane (ısrarla) olarak ahirzamanda gelen al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar.

Sen de bu kadar musırrane (ısrarla) onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î (kesin) bir hüccet (delil) var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat (müsaade) etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, her halde hallini istiyoruz.”

Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere (meselelere) cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve te’vil lazım.

Birincisi: ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDÎ AL-İ RESÛLÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSÎ (mukaddes) CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİN ÜC VAZİFESİ VAR. EĞER ÇABUK KIYAMET KOPMAZSA VE BEŞER BÜTÜN BÜTÜN YOLDAN ÇIKMAZSA, O VAZİFELERİ ONUN CEMİYETİ VE SEYYİDLER CEMAATİ YAPACAĞINI RAHMET-İ İLAHİYEDEN BEKLİYORUZ. VE ONUN ÜÇ BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK: 

Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutiyle (tesiriyle) ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn (materyalizm, darwinizm ve ateizm salgını), fikrini tam susturacak bir tarzda îmanı kurtarmaktır. Ehl-i îmanı dalaletten muhafaza etmek (iman edenleri sapkınlıktan korumak) ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat (tetkikler) ile meşguliyeti iktiza ettiğinden (gerektirdiğinden), Hazret-i Mehdî’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. HERHALDE O VAZİFEYİ ONDAN EVVEL BİR TAİFE BİR CİHETTE GÖRECEK. O ZAT, O TAİFENİN UZUN TETKİKATI (tetkikleri) İLE YAZDIKLARI ESERİ KENDİNE HAZIR BİR PROĞRAM YAPACAK, ONUN İLE O BİRİNCİ VAZİFEYİ TAM YAPMIŞ OLACAK. BU VAZİFENİN İSTİNAD ETTİĞİ (dayandığı) KUVVET VE MANEVÎ ORDUSU, YALNIZ İHLAS VE SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR. NE KADAR DA AZ OLSALAR, MANEN BİR ORDU KADAR KUVVETLİ VE KIYMETLİ SAYILIRLAR. 

İkinci vazifesi : HİLAFET-İ MUHAMMEDİYE (A.S.M.) ÜNVANI İLE ŞEAİR-İ İSLAMİYEYİ İslama ait değerleri) İHYA ETMEKTİR. ALEM-İ İSLAMIN (İslam aleminin) VAHDETİNİ (birliğini) NOKTA-İ İSTİNAD EDİP (dayanak noktası edinip), BEŞERİYETİ MADDÎ VE MANEVÎ TEHLİKELERDEN VE GAZAB-I İLAHÎDEN (BELADAN)KURTARMAKTIR. BU VAZİFENİN, NOKTA-İ İSTİNADI VE HADİMLERİ (HİZMETKARLARI), MİLYONLARLA EFRADI (EFRADI) BULUNAN ORDULAR LAZIMDIR. 

Üçüncü vazifesi : İNKILABAT-I ZAMANİYE (ZAMANA BAĞLI DEĞİŞİMLER) İLE ÇOK AHKAM-I KUR’ANİYENİN (KURAN’IN HÜKÜMLERİNİNİ) ZEDELENMESİYLE VE ŞERİAT-I MUHAMMEDÎYENİN (A.S.M.) KANUNLARI BİR DERECE TATİLE UĞRAMASIYLA O ZAT, BÜTÜN EHL-İ ÎMANIN MANEVÎ YARDIMLARIYLA VE İTTİHAD-I İSLAMIN (İSLAM BİRLİĞİNİN) MUAVENETİYLE (YARDIMIYLA) VE BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN VE BİLHASSA AL-İ BEYTİN NESLİNDEN HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ (KALABALIK) BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA (KATILIMLARIYLA) O VAZİFE-İ UZMAYI (ÇOK BÜYÜK GÖREVİ) YAPMAYA ÇALIŞIR. 

Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan îmanı kurtarmak ve îmanı, tahkikî (doğruluğunu ispat ederek) bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da îmanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici (doğru yolu gösterici) manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur Şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir, diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki (kabul) ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur Şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare (zavallı) tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas(karıştırma) ve bir sehivdir (yanlışlıktır), fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskidenberi cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temennî ve Nur Talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinden Risale-i Nur’u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi olduğu, diye keşifleri bu tahkikat ile te’vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te’vil lazımdır.

Birincisi: AHİRDEKİ İKİ VAZİFE, GERÇİ HAKİKAT NOKTASINDA BİRİNCİ VAZİFE DERECESİNDE DEĞİLLER, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor; ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder; belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskidenberi ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar “Mehdî olacağım,” diye dava ederler. GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ, FAKAT HERBİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE YAPMASI İTİBARİYLE, AHİRZAMANIN BÜYÜK MEHDÎ ÜNVANINI ALMAMIŞLAR. 

Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu (bilgi sahibi kişileri), bazı şakirtlerin (talebelerin) bu itikatlarına (inançlarına, düşüncelerine) göre, bana karşı demişler ki:

“EĞER MEHDİLİK DAVA ETSE, BÜTÜN ŞAKİRDLERİ (talebeleri) KABUL EDECEKLER.” BEN DE ONLARA DEMİŞTİM: “BEN, KENDİMİ SEYYİD BİLEMİYORUM. BU ZAMANDA NESİLLER BİLİNMİYOR. HALBUKİ AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI, AL-İ BEYTTEN (Peygamberimiz (s.a.v.)’in neslinden) OLACAKTIR. Gerçi manen (manevi olarak) ben Hazret-i Ali nin (r.a.) bir veled-i manevisi (manevi evladı) hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Al-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından (gerçek Nur talebelerini de kapsadığı için), ben de Al-i Beytten (Peygamberimiz (saas)’in neslinden) sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette (hiç bir yönden) benlik ve şahsiyet ve şahsi makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından (samimiyetin sırrına ters düşmesinden), Cenab-ı Hakka hadsiz (sonsuz) şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsi ve haddimden hadsiz derece fazla makamata (kendi sınırlarımdan sonsuz derecede fazla makama) gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlası (samimiyeti) bozmamak için, uhrevi makamat (makam) dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” dedim, o ehl-i vukuf (bilgi sahibi kişiler) sustu. (Emirdağ Lahikası-1, sf. 231-233.)

109